İhtiyacınız olan her an PMI Türkiye ekibi olarak devam yanınızdayız. Bizimle dilediğiniz zaman iletişime geçebilirsiniz!
Ne kadar Çeviğiz?
İş hayatının hızlı değişen dinamikleri nedeniyle, sektörün lideri dev kurumsal şirketler, pazarı garaj şirketi tabir edilen KOBI’lere kaptırdığı bir döneme denk geliyor çevik yaklaşımın ortaya çıkışı. Silolaşmış, her biri hantal karar verme mekanizmasına sahip iş birimleri günümüz iş dinamiklerine ayak uyduramıyordu. Reçete hazırdı. Gücün desantralize edilmesi (decentralization), kararların uzmanlaşmış takımlar tarafından verilmesi, mümkün olan en hızlı şekilde müşteriye değer akışının orkestra edilmesi gerekiyordu. İşte bu noktada çevik yaklaşımlar, geleneksel proje yönetimi yöntemlerine alternatif olarak ortaya çıkmıştı.
Manifestoyu duymuşsunuzdur. 2001 yılında sektörün önde gelen bir grup yazılım uzmanı, ucu bucağı olmayan dokümantasyon yerine çalışan kod parçaları ve sözleşme üzerinden müşteriyle bilek güreşi yapmak yerine ona iş birliği üzerinden değer sağlayan, araçlar ve süreçler yerine bireyler ve onların etkileşiminin daha ön planda olduğu bir dünya vadediliyordu.
Çeviklik kavramı öncelikle yazılım geliştirme projeleri için ortaya çıkmış olsa da, zamanla diğer sektörlerdeki projelerde de yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı ve endsütri standartı haline gelmeye başladı. Bir çok kavram, yöntem ve bu yöntemlere uygun yeni roller ortaya çıktı. Manifestonun ardından 22 yıl geçse de tartışmalar hiç hız kesmedi. Değişime direnmekle suçlananlar ve çevikliği fetişizm haline getirenler arasındaki tartışma bugün bile hala devam ediyor.
Peki ama ne kadar çeviğiz? Çevikliğin gerektirdiği kurumsal altyapıya sahip miyiz ya da çevik olmayan kurumlarda, çevik yönetilen projeler ne kadar verimli? Örneğin, toplulukçu kültürün egemen olduğu ve güç mesafesinin yüksek olduğu Türk şirketlerinde çeviklik ne durumda? Çevikliğin gerektirdiği düşünce tarzına (mindset) gerçekten vakıf mıyız ya da sektörde oldukça devingen bir “yazılımcı borsası” varken kendi kararlarını alabilen yüksek yetkinlikli ekiplere ve T-tipi yetkinlikteki takım üyelerine sahip miyiz? Takvimin ve maliyetin belli olduğu ama kapsamın zamanla şekilleneceği varsayımı, mevcut sözleşmelerle ne ölçüde karşılanabiliyor? Bu sorulara net cevaplarımız olmayabilir ama en azından tahminlerimiz vardır. Soruları çeşitlendirmek de mümkün. Her biri ayrı bir yazının konusu olacak gibi duruyor.
Bu yazı dizisinin amacı kesinlikle çeviklik karşıtı bir algı yaratmak ya da bir yöntemi diğerine tercih etmek için argümanlar üretmek değil. Tam tersine bu dönüşümü, yolunda gitmeyen noktalara parmak basarak nasıl daha iyi gerçekleştirebileceğimizle ilgili fikir cimnastiği yapabilmek/yaptırabilmek. Bir anlamda, “neyi daha iyi yapabilirdik?” sorusuna hep birlikte cevap arayabilmek.
Çevik dönüşüm yolculuğunda proje yöneticilerine, proje ekiplerine ve hatta kurumun kendisine ışık tutacak en önemli unsurlar, bolca kavramdan, modelden, sayısız online makale, podcast ve seminerden daha çok “kötü pratikler”, “başarısız tecrübeler” ve “öğrenilmiş dersler” olacaktır. Dönüşüm dediğimiz şeyin bir günde olmayacağını ve uzun süren bir süreç olacağını hepimiz biliyoruz. Peki kendi hazırbulunuşluluğumuzu sorgulamak ve olumsuz tecrübelerinden istifa etmek bu dönüşümü bir nebze hızlandıramaz mı? Umarım büyük resme bakmak hepimize ilham verir ve yazı serisi bir farkındalık oluşturur. Keyifli okumalar.
Çağatay Yamak